2010 yılından itibaren Cumhuriyet’in kurucularına karşı bir nefret söylemi başlatıldı
Bugün hayatta olmayan cumhuriyetin kurucularına her fırsatta saldırmayı zavallıca bir siyaset yapma biçimi olarak görüyorum ve çok kızıyorum
Nurzen Amuran: Önce sizden söz edelim, daha sonra siyaset gündemine girelim. Yazdığınız Mevhibe adlı eseriniz kamuoyunda büyük ilgi görmüştü, ödüller kazanmıştınız. Tarihi olayları yazarken çok özen göstermek gerekir değil mi? Çünkü günümüzde resmi tarih söylemleri veya tarihteki olayları çarpıtma merakı, geçer akçe oldu. Kitabı yazma aşamasında kaynakları tararken nelere özen göstermiştiniz?
Gülsün Bilgehan: Yaptığım en iyi şey Mevhibe’yi yazmak oldu! Tarihi bir evde, Pembe Köşk’te büyüdüm, ders kitaplarındaki İsmet İnönü, benim gece üstümü örten Dedepaşamdı. Akşam sofralarında, gazeteci babam Metin Toker’in kayınpederi İsmet Paşa’yı nasıl sorguladığının, daha sonraki yıllarda da kayınbiraderi Erdal İnönü’yü ne denli sertçe eleştirebildiğinin tanığıyım. Siyasetçi-Özgür Gazeteci ilişkisinin en iyi örneklerini gördüm. Arkadaşlarım dönemin film sanatçılarını tanırken, ben bakanlar kurulunu ezbere bilirdim. Evdeki kadınların nasıl akıllıca duruma el koyabildiklerini, siyasetin hırçın ortamını yumuşatabildiklerini, iktidar-muhalefet uçurumunu dostluklarla aşabildiklerini farkettim. Cumhuriyet tarihinin önemli bir bölümü benim yaşadığım evde geçmişti. Anneannem Mevhibe İnönü bu dönemin bilinmeyen kahramanlarından biriydi. Bayan İnönü özel anılarını sadece kızı Özden Toker’le paylaşmıştı, annemden aldığım bilgileri iki yıl süren bir tarih araştırmasıyla tamamlayarak, anneannemin ölümünden sonra 1994 yılının sonunda kitaplaştırdım. O yıllarda en çok kitap satan iki gazetede tümüyle tefrika olarak yayımlandı, yani Türkiye’nin büyük bir bölümü “Mevhibe” yi okudu. İkinci cilde şöyle başlamıştım: ” Aile geçmişimi araştırırken beni üzecek, mahcup edecek en ufak bir olayla karşılaşmadım. Eğer böyle bir durumda kalsaydım, itiraf etmeliyim, nasıl davranırdım bilemiyorum. Yazarlık içgüdülerim mi daha etkili olurdu, yoksa torun bağlarım mı? Beni böyle bir güç ikilem içinde bırakmayan Mevhibe Hanım ile İsmet Paşa’ya ve çocuklarına şükran borçluyum. ”
BUGÜN TÜRK TARİH KURUMU VE DİL KURUMU ADETA KURUCUSUNU KARALAMAK İÇİN KULLANILIYOR
Özelleştirmeye kolayca “evet” diyebilen, demokrasi sözcüğünü dilinden düşürmeyen siyasi iktidar, belirli kurumların özerkliğinden söz etmiyor. Sizin de Meclis kürsüsünde dile getirdiğiniz gibi 80 ihtilalinde yara almasına rağmen Türk Dil Kurumu, Türk Tarih Kurumu, kuruluş yıllarında bir anlamda özerkti. Tarihi kimliği olan bu kurumlara gereken duyarlılığı neden göstermiyoruz. “Tarihi yeniden yazıyoruz” diyenlerin bir tepkisi mi?
Sadece bu kurumlar değil, TÜBİTAK, TÜBA gibi bilim kurumları da tamamen dönüştürülerek, gerçek amaçlarından saptırıldılar, buralarda çalışan bilim insanları uzaklaştırıldı, yetersiz kişiler yerlerine getirildi. TUBİTAK’a Hayvanat Bahçesinden yönetici atandı, bu arada çocukluk anılarımızın o güzel Hayvanat Bahçesini de yok ettiler! Bugün, Atatürk’ün vasiyetinde yer alan ve en doğal miras hakkı olarak gelirlerini bıraktığı Türk Tarih Kurumu ve Dil Kurumu adeta kurucusunu karalamak için kullanılıyor. Son 15 yılda “Atatürk Uluslararası Barış Ödülü” verilmedi. Daha da vahimi okul kitaplarından Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet tarihi sansürleniyor. Ulusal bayramlarımızın kutlanmasına engeller getiriliyor. Bütün bu çabalara rağmen, yapılan araştırmalar toplumun % 80’inden fazlasının kendini Atatürkçü olarak tanımladığını gösteriyor. Tarihi değiştirmek öyle kolay değil. Eğitim sisteminde yapılan 4+4+4 darbesine rağmen vatansever öğretmenler ve cumhuriyet aileleri çocuklarını bilim ve aklın ışığında yetiştirmek için gayret ediyorlar. Erdal İnönü şöyle derdi: Gerçeklerin, eninde sonunda ortaya çıkmak gibi kötü bir huyu vardır!
BU ÜLKEDE BENDEN BAŞKA MİLYONLARCA ATATÜRK VE İNÖNÜ’NÜN TORUNUNUN YAŞADIĞINI BİLİYORUM
AKP, Cumhuriyet döneminin istismarını, politikasına destek yaparak gerçek dışı yorumlarla kendi seçmenini elinde tutmaya çalışıyor. Rahmetli İnönü’nün torunu olarak Meclis kürsüsünde dedenize yapılan iftiralar karşısında soğukkanlılığınızı nasıl koruyorsunuz? Hep merak etmişimdir.
Soğukkanlı filan değilim. Bugün hayatta olmayan cumhuriyetin kurucularına her fırsatta saldırmayı zavallıca bir siyaset yapma biçimi olarak görüyorum ve çok kızıyorum ama aldığım terbiye aynı düzeye inerek cevap vermenin bize yakışmayacağını düşündürüyor. Zaten bu ülkede benden başka milyonlarca Atatürk ve İnönü’nün torununun yaşadığını biliyorum, onlardan aldığım güç ve destek bu sabrın sırrı sanırım. Ortaya atılan iftiraları da çürütmek zor olmuyor. Bir örnek: bir ara dönemin başbakanı tek parti döneminde Namaz ve Mevlit kitaplarının toplatıldığını iddia etti. Çok şaşırdım çünkü namaz kılınan evlerde yaşadım ve anneannemle mevlitlere gittim, kısa bir araştırma sonucu gerçeği ortaya çıkardım, bir ara bazı dini kitaplar gerçeklerine aykırı, İslam’a uymayan içeriklerle basılmış ve bu sayılar toplatılarak doğruları basılmış. Çarpıtmaya bakar mısınız?!
PEMBE KÖŞKTE YAŞADIĞIM SÜRECE SİYASİ RAKİPLERE DÜŞMANCA BİR TAVIR ALINDIĞINI HİÇ GÖRMEDİM
Anımsıyorum. Milletvekili olmadığınız bir süreçte AKP size Çankaya Belediye başkanlığını önermişti. Yakın geçmişte de seçim hükümetinde Bakanlık önerdiler. Söylemleriyle eylemleri birbirinden farklı. Çelişki yaratmıyor mu? O süreçte oy hesabı mı ağır basıyordu. Diyelim kabul etseydiniz, o zaman da tarihe haksızlığı nasıl yapacaklardı?
Buradaki tılsım, belki bazı önyargıları yıkabilmiş olmaktır. Ben gerçekten eşitliğe, demokrasiye inanılan bir evde yetiştim. Dedem İsmet İnönü 1950 seçimlerini kaybettiğinde, “bu bir yenilgi değil, aslında benim en büyük zaferim, Türkiye’yi çok partili demokrasiye geçirebildim!” diyebilmiştir. Meclis’te askeri bir darbeye – öyle e-muhtıra filan değil, tanklı tüfekli- direnen “ancak benim cesedim üzerinden geçebilirsiniz!” diye Meclis’e sahip çıkan ve silahlı ayaklanmayı bastırdığında iktidar-muhalefet tüm milletvekillerinin ayakta alkışladığı tek Başbakan İsmet İnönü’dür – 22 Şubat 1962- Öne sürülenlerin aksine demokrasinin kesintisiz sürmesi için gayret etmiş, siyasi idamların karşısında durmuş, gerek Menderes, gerekse Deniz Gezmiş ve arkadaşlarını kurtarmak için tavır almıştır. Siyasi idamlara karşı cuntaya yazdığı mektup demokrasi dersi niteliğindedir. Pembe Köşk’te yaşadığım sürece siyasi rakiplere düşmanca bir tavır alındığını hiç görmedim. Kendim siyasete girdikten sonra da iktidar ve muhalefet milletvekilleriyle insani dostça ilişkiler kurmaya çalıştım. Ailemdeki herkesten dersler almışımdır: Mevhibe Hanım, Erdal İnönü, Metin Toker, annem Özden Toker. Evliliğim de 80 darbesinden sonra bir koalisyon niteliğindeydi, babası Cihat Bilgehan’ı kaybeden eşim Mustafa’nın nikah şahidi Süleyman Demirel, benimki anneannem Mevhibe İnönü idi. Siyaseten de bağnaz değilim, sosyal demokratım, karşı görüşleri dinlerim, tartışırım, saplantılarım yoktur, ilkelerim vardır. İktidar partisi milletvekilleri ile gittiğim İslam ülkelerinin çoğunda, Müslüman Kardeşler dahil pek çok taraftan Atatürk’ün arkadaşı İsmet Paşa’nın torunu olarak ilgi ve saygı gördüm. Bazıları ne kadar reddetseler de Atatürk bizim dünyadaki en büyük markamız. Reddettiğim başka teklifler de oldu ama yurt dışında Türkiye’yi iyi temsil eden bir milletvekili olabilmek benim için en önemli onur olarak kaldı.
Abdi İpekçi ödülü yanında uluslararası platformda da ödülleriniz var. Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi “Üstün Hizmet Madalyası”, Fransa Devleti tarafından verilen “Onur Nişanı” sahibisiniz. Avrupa Konseyi üstün hizmet madalyasını hangi kriterlere göre veriyor?
Avrupa Konseyi, İkinci Dünya Savaşından sonra 1949’da “bir daha asla böyle bir felaket olmasın!” diye Türkiye’nin de aralarında bulunduğu ülkelerce kurulan ve 47 üyesi ile bugün Avrupa’nın en büyük kurumlarından birisi. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesini de içinde barındırdığından kararlarının bağlayıcılığı var. Strasbourg’daki Avrupa Konseyi, demokrasi ve insan haklarının evi olarak biliniyor. Ödül, bu değerleri ülkesinde ve Avrupa’da koruyan en saygın üyelere veriliyor. Ben 22. Dönemde TBMM’e seçilir seçilmez buradaki Türk Heyetinde yer aldım. 2002-2005 yılları arasında Meclis’ten pek çok demokratikleşme paketi geçti ve Türkiye yıllardır içinde bulunduğu “Denetim Süreci” den çıktı. Bu süreçte başlayan çalışmalarım daha sonra konseyin ilgilendiği pek çok alanda sürdü, özellikle eşitlik ve kadın hakları konularıyla ilgili raporlar yazdım. 2006-2008 Yılları arasında Avrupa Konseyi’nin yürüttüğü “Kadına Karşı Şiddetle Mücadele” kampanyasına Eşitlik Komisyonu Başkan’ı olarak katıldım, bu sırada İstanbul Sözleşmesinin hazırlanmasına karar verildi. 2007’de benimle birlikte, Meclis dışında kalan Siyasi Komite Başkanı CHP Gaziantep Milletvekili Abdülkadir Ateş ve heyet başkanı Murat Mercan’a Avrupa Konseyi Onur Ödülü verildi. 24. Dönemde yeniden seçildiğimde Avrupa Konseyine döner dönmez önce Kadın Sosyalist Grubu başkanlığına daha sonra da Eşitlik ve Ayrımcılıkla Mücadele Komitesi başkanlığına tekrar seçildim. Şu anda Kültür Komisyonu Medya Alt Komitesinin başkanlığını yapıyorum. Bütün bunlar, toplantılara katılmak, hazırlanan raporları okumak, söz almak, görüş bildirmek, eleştirmek, sorumluluk kabul etmek, ekip çalışması yapmak, inandırıcı ve dürüst olmakla gerçekleşebiliyor.
2010 YILINDAN İTİBAREN İKTİDAR PARTİSİ CUMHURİYETİN KURUCULARINA KARŞI BİR NEFRET SÖYLEMİ BAŞLATTI
Dediğiniz gibi Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi Eşitlik ve Ayrımcılıkla Mücadele Komisyonu Başkanlığına ikinci kez oy birliğiyle seçilmeniz önemliydi. Komisyonun bünyesinde “Nefrete Karşı Milletvekilleri İttifakını” gerçekleştirmeyi hedeflemiştiniz. Özellikle ülkemizde, kutuplaşmanın ve nefret söylemlerinin yoğun olduğu bir süreçte yapılacak çalışmaların Türkiye’ye faydası olacak mı ?
Bakın, biraz önce bahsettiğim Türkiye’nin demokratikleşme gayreti 23. Dönemde tamamen durdu, Türkiye heyeti içindeki uyum da sona erdi. Hatta 2010 Yılından itibaren iktidar partisinin bazı yöneticileri özellikle cumhuriyetin kurucularına karşı bir nefret söylemi başlattılar. En yukarıdan yönlendirilen bilinçli bir kutuplaştırma, ayrıştırma, kin ve nefret yayma harekatı içindeyiz. Bu yöntem özellikle Meclis kürsüsünde geçerli. Avrupa Konseyi’nin gerek siyasette, gerekse yazılı ve sosyal medyada şiddet dilini engellemek için aldığı kararlar var. Bu gayretler ne yazık ki kağıt üzerinde kalıyor, hele komisyon toplantılarındaki vekil yumruklaşmaları, bilinçli olarak parlamenter sistemi zedeliyor. Avrupa Konseyi toplantılarında birbirlerine uyum sağlayan 47 ülke temsilcisi de tuhaftır kendi parlamentolarında farklı davranıyorlar. Yani bize mahsus bir durum değil, bu yüzden ortak mücadele gerekiyor.
YOLSUZLUK HABERLERİNE YAYIN YASAĞI GETİRMENİN HİÇBİR GEREKÇESİ OLAMAZ
Avrupa Konseyi’nin anayasal konulardaki danışma organı olan Venedik Komisyonu’nun raporunda, Türkiye’de 299. maddenin “orantısız” biçimde kullanıldığına işaret ediliyor. Demokraside ifade özgürlüğüne engel olan bir düzenleme. AİHM, siyasetçilerin açtığı bu tür davalarda hoşgörüyü ön planda görüyor değil mi?
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 10. Maddesi basın ve ifade özgürlüğünü belirliyor. Maddenin birinci bölümü gazetecilerin haklarından söz ederken, ikincisi bu özgürlüğün, kişi hakları, özel hayat gizliliği, ülkenin güvenliği gibi konularda sınırlandırılabileceğini vurguluyor. Gazeteciliğin etik ilkeleri 19. Yüzyıldan beri değişmemiş aslında. Gazetecinin görevi, toplumu ilgilendiren konularda bilgi vermektir. Ülke çıkarı ile ilgili haberlerde sansür uygulanamaz. Örneğin yolsuzluk haberlerine yayın yasağı getirmenin hiç bir gerekçesi olamaz. Diğer taraftan yalan, düzmece, kişileri kasıtlı karalamaya dönük, özel hayatı ihlal eden yayınlar da kabul edilemez. Gazeteci, okuyucuyu şaşırtsa hatta öfkelendirse de doğru haber vermekle yükümlüdür. Ancak, özellikle Türkiye’de basın suçları orantısız bir ağırlıkla cezalandırılıyor. AİHM Kararları kendilerine yönelik yayınlara karşı siyasetçilerin diğer kişilere göre çok daha hoşgörülü olmaları gerektiğini belirtiyor. Örneğin eski Fransa Cumhurbaşkanının bu yöndeki bir başvurusu reddedildi. Özellikle bizde son zamanlarda çok başvurulan TCK 299 gibi devlet başkanlarına hakaret maddeleri istisnai olarak uygulanıyor.
TBMM’de 2016 yılı bütçesi üzerinde yaptığınız konuşmada sorularla bütünleşmiş Türkiye manzarasının ortaya çıkarmıştınız. Özellikle Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin “kadının yaşam hakkını koruyamadığı için” ikinci kez Türkiye’yi mahkûm ettiğini dile getirirken şu soruyu yönelttiniz. . “Neden 1935’te Meclisteki kadın sayısında dünyada 2’nci, bugünse 105’inciyiz?” Siyasetçi gözüyle sizce neden?
İsveç ve Ruanda gibi olamadığımızdan! Birbirine hiç benzemeyen bu iki ülke meclislerinde en fazla kadın temsilci bulunduran başarı örnekleri. Ülkeleri genellikle yöneten erkeklerin eşitlik ve demokrasi ile ilgili inançları ile bağlantılı. . . Siyasette kadınların sürdürülebilir bir şekilde yükselmeleri için başka alanlarda, çalışma hayatında, eğitimde, sosyal konumda, çocuk bakımı ve ev işlerinin eşit paylaşımında da ilerlemeleri lazım. Atatürk döneminden beri Türkiye’de sadece kadına yönelik şiddette dünya listelerinde öndeyiz.
Türkiye, 2,5 milyondan fazla göçmene ev sahipliği yaptı. Avrupa bu konuda dürüst davranmıyor. Bir yandan insan haklarına önem verdiğini dile getiriyor öte yanda sınırlarını kapatıyor. Sığınmacılarla ilgili AB ile yaptığımız anlaşmanın içine vize muafiyetinin konulması etik açıdan doğru muydu? Vize muafiyetinin verileceğine inanıyor musunuz?
Son ana kadar inanıyordum. Cumhurbaşkanı ile Başbakan arasındaki rekabet ve başkanlık sistemi saplantısının kurbanı yıllardır bu hakkı bekleyen Türk vatandaşları olacak. Türkiye 10 yıldan fazladır AB üyelik müzakerelerini sürdürüyor. Bugün 60 ülke vatandaşı Avrupa’ya vizesiz girerken sadece Türk vatandaşları serbest dolaşım hakkından mahrumdur. Bunu AKP hükümetinin en büyük başarısızlığı olarak görüyorum. İki buçuk milyon göçmenin gittikçe artan zor şartlarda ülkemizde kalması da insani teselli dışında ağır bir yük olarak üzerimizde duruyor.
Ortadoğu’daki savaşta Avrupa ikili davrandı. Bir yanda bölge ülkelerine silah satarak, illegal silah satışlarına göz yumarak, iç çatışmaya katkıda bulundu ve sonra savaştan kaçanlara gereken ilgiyi göstermedi. Bu açıdan Avrupa’da aydınlar, siyasetçiler, yazarlar özeleştiride bulunuyorlar mı?
Tıpkı bizde olduğu gibi. . . Suriye konusunda bizimle beraber iç savaşa körükle destek veren pek çok batı devletinin de günahı vardır. Bugün uygulanan politikalardan pişmanlık duyanlar var ancak belki de sadece CHP krizin başından beri dünyaya gelinen vahim noktayı işaret ederek, uyarılarını yapmıştı. Böyle önemli bir uluslararası meselede çıkarlarımıza uygun partilerüstü bir devlet politikası izlemeliydik.
AKPM’DEKİ GÖREVİMİN TÜRKİYE’Yİ DEĞİL TÜRKİYE’DE YAŞAYANLARIN HAKLARINI SAVUNMAK OLDUĞUNU DÜŞÜNÜYORUM
Türkiye çok ciddi sorunlarla mücadele ediyor. Hem de derinleşerek. Ana Muhalefet Partisinin bir üyesisiniz. AKPM’de ülkemizi hem savunmak hem de gerçekleri dile getirmek durumundasınız. Nasıl bir yol izliyorsunuz?
AKPM’deki görevimin Türkiye’yi değil Türkiye’de yaşayanların haklarını savunmak olduğunu düşünüyorum. Büyük ve itibarı olan devletler, kendilerini gerektiğinde eleştirebiliyorlar. Haklı olduğumuz konuları savunuyor, eksiklerimizi kabul ediyorum. İktidar partisi her fırsatta yüzde ellilik bir oy gücüne sahip olduğunu vurguluyor, oysa karşı tarafta da aynı oranda bir muhalif kesim var, biz de onları temsil ediyoruz. Zaten ülke çıkarları kadar bulunduğumuz siyasi grubun değerlerine göre oy veriyoruz. Ben kararlarımı genellikle aklım ve bazen sağduyuma danışarak alıyorum. Konuşmalarımın hepsini kendim hazırlıyorum. Muhalefetin özgürce söz alabilmesi Türkiye’nin demokratik olgunluğunun göstergesi oluyor.
AB’nin Türkiye vatandaşlarına Schengen bölgesinde vize muafiyeti getirilmesi için talep edeceği bazı koşullarla AKP’nin hedeflerinin çeliştiğini görüyoruz. Söz gelimi siyasi partilerin finansmanında şeffaflık beklentisine sıcak bakılmadı. Bu konuda neler diyeceksiniz, çıkmasında zorlanacağımız başka hangi konular var?
Son gelişmeler, her şey iyi giderken, muhalefet bu ülkesel konularda mecliste iktidara destek olurken, en gerekli konularda cayıldığını gösteriyor. Yolsuzlukla Mücadele Greco Sözleşmesine uyulması, Siyasi Etik tasarısı, Suçluların İadesine Dair İşbirliği, Europol düzenlemeleri, Kişisel Veriler Koruma Kanununda düzeltme yapılması sorunsuz görünen aşamalardı. Terörle mücadele ederken, insan haklarına uyulması ise Avrupa’da pek çok devlete önerilen demokratik uyarılar arasında yer alıyor. Bunlardan vaz geçilmesi, sadece vize serbestliği haklarımıza darbe vurmayacak, ülkemizin demokratik düzeyini de aşağı indirecek.
“Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi’ni (İstanbul Sözleşmesi) ilk imzalayan ve ilk onaylayan ülke bizim ülkemiz olmasına rağmen neden kadına şiddet çocuklara yönelik kötü muamele giderek artıyor? Siyasi iradenin ilgisizliğinden mi kaynaklanıyor?
Dediğiniz gibi İstanbul Sözleşmesine ilk imza atan ve mecliste onaylayan ülkeyiz. Sözleşmenin yürürlüğe girebilmesi için en az 10 Avrupa Konseyi ülkesinin aynı şeyi yapması için iki yıl bekledik. Çünkü diğer ülkeler bu çok şartlı, kapsamlı, bağlayıcı sözleşmeyi uygulayabilmek için koşullarını düşündüler, yasalarını değiştirdiler hatta bazı maddelerine çekinceler koydular. Şiddetle ilgili en büyük sorun gerçek bilgi eksikliğinden kaynaklanıyor, ciddi ve samimi araştırmalar gerekiyor. Ayrıca sözleşmeye uymak için güçlü bir bütçe desteği şart. Bütün bunlar olmadan, sözleşme tabii zoraki uygulanır oluyor, yargı mensupları, güvenlik birimleri, sağlık çalışanları gerekenleri yapamıyorlar. Siyasi irade eksikliği bu konudaki en sorumlu bakanlarda bile görülünce şiddeti önlemede başarısız oluyoruz.
AİHM’NİN İSVİÇRE-PERİNÇEK DAVASINDAKİ SON KARARI İÇTİHAT HALİNİ ALMIŞTIR
Geçtiğimiz günlerde Almanya’da koalisyon ortağı Sosyal Demokrat Parti (SPD) Meclis Grubu Başkanı Thomas Oppermann, Alman Federal Meclisi’nin 1915 olaylarını “soykırım” olarak tanımlayacağını öne sürdü. Avrupa gerçekleri hala öğrenemedi mi,
Bu konu ile ilgili AİHM’nin İsviçre-Perinçek davasındaki son kararı içtihat halini almıştır. Uluslararası bir mahkemenin kabul etmediği tarihi olaylar konusunda farklı görüşler öne sürülebilir ve tarafları incitse bile Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin ifade özgürlüğü kapsamına girer. Dolayısıyla bir parlamentonun 1915 olaylarını “soykırım” olarak tanımasının hukuki bir geçerliliği yoktur. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin bu kararı Türkiye’nin yıllardır sürdürdüğü soykırım iddiasını çürütme mücadelesinin sonuçlarını verdiğini gösteriyor.
Biraz da iç siyasetimizden söz edelim. TBMM muhalefetinde size göre neler eksik? Kişisel gözlemleriniz:
TBMM’de içtüzük tamamiyle çoğunluk partisinin lehine kullanılıyor. Muhalefetin genel kurulda ve de komisyonlarda hiç bir etkisi yok. Görüşmelerde herkesin kabul ettiği konularda bile öneriler muhalefetten gelirse reddediliyor. Soru önergelerine, ilgili bakanlar cevap vermiyorlar. Bakanlar Kurulu üyeleri, liderler, vekillerin çoğu görüşmelere katılmıyorlar. Buna rağmen, muhalefet partilerinin bazen bir avuç milletvekili ile de kalsalar görevlerini yerine getirdiklerine inanıyorum. Genel Kurul görüşmelerinin tümünün bir ulusal kanaldan canlı verilmemesi önemli bir demokrasi engelidir.
Değerlendirmeleriniz için teşekkürler.
Ben teşekkür ederim.
Nurzen Amuran
Odatv.com
15 Mayıs 2016