GÜLSÜN BİLGEHAN
CHP Genel Başkan Yardımcısı

İnsanlık tarihi, 1939–1945 yılları arasında Avrupa’dan başlayarak bütün dünyaya yayılan bir felaket yaşadı. İkinci Dünya Savaşı’nda Avrupa’da toplam 50 milyon insan öldü. Bu büyük acının hemen ardından, dönemin liderleri, “Bir Daha Asla” sloganıyla barışı sağlamak ve korumak için bir Avrupa Birliği kurmaya karar verdiler. Bugün AB, bazı zorluklara rağmen hala dünyanın en önemli birleşme projelerinden birini oluşturuyor ve siyasi ve askeri güç olma hedefini henüz yakalayamamışsa da 500 milyona yaklaşan nüfusuyla etkin bir ekonomik blok olarak ABD ve diğer olası kutuplar arasındaki yerini alıyor.

Bildiğiniz gibi ülkemiz, İkinci Dünya Savaşı’nı başka bir şekilde yaşamıştı. Yıllar süren savaşlardan çıkıp, yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’ni bir kez daha böyle bir ateşin altına atmak istemeyen dönemin yönetimi, can ve mal kaybı vermeden kurtulmuştu. Dengeli bir politika izleyen Türkiye, savaşın bitiminden hemen sonra yeniden yapılanan kurumların yanında yer aldı. 1945’te Birleşmiş Milletler’e, 1949’da Avrupa Konseyi’ne üye oldu. 1963 Ankara Anlaşması ile de Avrupa Ekonomik Topluluğu’na üye olma yolunda adım attı. İmzanın atıldığı gün dönemin Komisyon Başkanı Prof. Hallstein şöyle diyordu:

“Türkiye Avrupa’nın bir parçasıdır. Bunu, bu ülkede attığımız her adımda karşılaştığımız Atatürk’ün güçlü kişiliğinin Türk toplumunda bıraktığı izlerden anlıyoruz. Bu hareketin tarihte bir benzeri yoktur, hatta biz burada, gerçekleştirmek istediğimiz Avrupa Birliği’nin en modern şekliyle uygulandığını görüyoruz. Bu aydınlık, akılcı, geçekçi duruş, bilime ve eğitime verilen önem, gelişmeye, ilerlemeye yöneliş bizim fikirlerimizin mükemmel bir uzantısı olarak görülüyor. Türkiye ile Avrupa’nın askeri, siyasi ve ekonomik olarak birbirine bağlanmasından daha doğal ne olabilir ki?”

Kırk sekiz sene sonra gelinen noktada hem Türkiye bakımından hem de AB’nin ülkemize bakışı açısından önemli değişiklikler olduğunu görüyoruz. Bizim uzun yolculuğumuz hala sürerken AB yirmi yedi üye ülkeyi ilgilendiren, önemli konularda hayati kararlar alabilen bir güç haline geldi. Artık AB üyesi ülkeler için alınan kararlar bağlayıcı ve iç hükümlerin üzerinde olabiliyor. AB, toplumların yaşam standartlarını değiştiriyor, yeni kurallar koyuyor, kısıtlamalar getiriyor. Amaç daha uygar, refah içinde yaşayan toplumlar yaratmak. Bu amaç içerisinde cinsiyet eşitliğini sağlamak da var. Roma Anlaşması başlangıçta 119. maddesi ile üye ülkelere, kadınlara ve erkeklere “eşit işe eşit ücret” ödenmesi yükümlülüğünü getirmişti. 1977 yılında Belçikalı bir hostes, uçak şirketinin erkek çalışanlara daha fazla ücret verdiğini anlayarak bu konuda Avrupa Adalet Divanı’na dava açtı ve kazandı. Verilen bağlayıcı karar sonucunda Birlik kadın haklarıyla ilgili bir dizi direktif aldı. Sosyal Politika bölümünde yer alan bu direktiflere göre: Bir erkekle aynı işi yapan kadın aynı ücreti talep etme hakkına sahiptir; kadınlara işleri ile ilgili olarak eğitim, istihdam, kariyer gelişmesi gibi konularda eşit haklar verilir, iş ilanlarında kadın erkek ayrımı yapılmaz; sosyal güvenlik sisteminde kadınlara ve erkeklere aynı haklar verilir, kendi işini kurmak isteyen ve çalışmak isteyen kadınlara erkeklere tanınan tüm haklar tanınır; Çalışan kadın ve erkeklerin iş ve aile sorumluluklarını dengeli bir biçimde yürütmelerini sağlayacak olanaklar sağlanır.

Türkiye’nin AB’ye katılım nedenlerinin içinde eşitlik kavramının benimsenmesi ve kadın haklarının AB standartlarına erişmesi vardır. Bu konuda AB sürecinde daha önceden ilerleme kaydetmiş ülkelerin değişimine baktığımızda, İtalya, Portekiz, İspanya, Yunanistan, İrlanda gibi, erkekleri “maço” olarak bilinen ülkelerin kadın hakları konusunda büyük ilerlemeler kaydettiklerini görüyoruz.

Türk kadınları bazı bakımlardan Cumhuriyetin ve Atatürk devrimlerinin sağladığı haklar sayesinde bu ülkelerin bazılarından zaten ileriydiler. Örneğin seçme ve seçilme hakkını Fransa’dan 10, Belçika’dan 14, Yunanistan’dan 18, Portekiz’ den 42 yıl önce almışlardı. Başka alanlarda da Kopenhag kriterleri daha ortada yokken aşama kaydetmişlerdi. Özellikle Cumhuriyetin ilk dönemlerinde Kemalist hareketin hedefi kadın olmuştu ve kadınlar toplumun her kademesinde önemli görevler üstlenmişlerdi. Köy Enstitülerinde, Halk Evlerinde, eğitim seferberliğinde öncelik kadınlara verilmişti.

Ancak çok partili sisteme geçtikten sonra genel politikaya bağlı bir geri dönüş yaşandı, ilk meclisteki 17 kadın milletvekili sayısı 1950’de 3’e düştü. Köy Enstitülerinin, Halk Evlerinin kapatılmasından kız öğrenciler olumsuz etkilendiler. Okullardaki kızlar evlerine, tarlalarına geri döndüler. Canlanan İslami hareket kadınları geleneksel, tutucu yaşamlarına geri çekmeyi hedefledi. Kılık kıyafette geriye dönüş başladı. Aile içinde kadının yeri sorgulanmaya başladı. Kadın haklarını savunmak, bu alanda ilerlemek bir devlet politikası olmaktan çıktı.

Ancak, 1980’lerde yükselmeye başlayan kadın hareketi, Türkiye’nin Avrupa Projesi ile birleşince canlanmaya başladı. 1999 Helsinki anlaşmasıyla başlayan bu süreç hızlandı ve pek çok AB raporunun belirttiği gibi son yıllarda ülkemizde kadın haklarında sessiz bir devrim gerçekleşti.

2001’de yeni Medeni Kanun kabul edildi ve bu yeni Kanun sonucunda aile reisliği kavramı kaldırıldı. Kadınlara soyadı hakkı sağlanarak evlilikten sonra kendi soyadlarını kullanmaya devam edebilmeleri seçeneği tanınmış oldu. Boşanma sonrasındaki çocukların velayeti konusunda temsilde eşitlik sağlandı ve edinilmiş mallara katılma rejimi getirildi. Ayrıca kadınlara kocalarından hiçbir izin almayarak çalışabilmeleri hakkı verildi.

İki yıl sonra, 2003 yılında, yeni İş Kanunu kabul edildi. Bu kanunla birlikte işe alımlardaki cinsiyet ayrımcılığı ve hamilelik nedeniyle işten çıkarmalar önlendi. Kadınlara 16 haftalık bir doğum izni verildi.

Aynı yıl içerisinde Aile Mahkemeleri kuruldu ve anayasanın 10. maddesine “Kadınlar ve erkekler eşit haklara sahiptirler, devlet bu eşitliğin yaşama geçmesini sağlamakla yükümlüdür ve gerekli olumlu önlemleri kullanabilir” maddesi eklendi. Anayasanın 41. maddesi de değiştirilerek “Aile Türk toplumunun temeldir ve eşler arasında eşitliğe dayanır” denildi.

Dahası ilk defa 1998 yılında kabul edilen 4320 sayılı Ailenin Korunmasına dair kanun 2007 yılında 2002-2003 yıllarında kabul edilen yeni Türk Ceza Kanunu çerçevesinde değiştirildi. Bu yeni Ceza Kanunu’nda töre cinayetleri nitelikli adam öldürme kapsamına alındı. İşyerinde cinsel taciz, evlilik içi cinsel saldırı suç olarak belirlendi ve yaptırımları ağırlaştırıldı.

Bugün Türk kadını Müslüman ülkeler arasında haklar bakımından en üst düzeyde bulunuyor. Yüksek öğrenimde bulunan kız öğrenci oranı yüzde 40 iken tıp, hukuk, basın, üniversite gibi saygın alanlarda çalışanların yüzde 30 – 40’ını kadınlar oluşturuyor. Dışişleri Bakanlığı’nda çalışanların da yüzde 22’si kadınlar. Fakar bu olumlu veriler ne yazık ki Türkiye gerçeğinin sadece bir bölümünü yansıtıyor.

AB İlerleme raporlarına göre, Türkiye’deki kadınlar açısından endişe yaratmaya devam eden başlıca alanlar; aile içi şiddet, namus cinayetleri, yüksek okuma yazma bilmeme oranı, parlamentoya, yerel temsil organlarına ve işgücüne düşük katılımdır. Bu anlamda, ailenin korunması yasası başta olmak üzere pek çok yasal reform uygulamada yetersiz kalmaktadır.

Türkiye’deki kadınların okuma yazma oranı yüzde 85 ve bu da 4 milyon okur yazar olmayan kadının olduğu anlamına geliyor. Türkiye’de halen daha 300 bin okula gidemeyen kız var ve 15-29 yaş arasında okula gitmeyen ve çalışmayan kadınların oranı yüzde 66. Türkiye’de üniversite mezunu olan kadınların oranı ise sadece yüzde 6.

AB’deki kadınların işgücüne katılım ortalaması yüzde 60 iken Türkiye’de işgücüne giren kadınların oranı yüzde 24 kalmaktadır. Türkiye’de kadınlar aynı işi yaptıkları erkeklere oranla yüzde 20-yüzde 40 daha az ücret alırken AB’de bu oran yüzde 15. Yönetici pozisyonunda çalışan kadınların oranı yüzde 7 iken, kamu sektöründeki kadın çalışan oranı yüzde 11’dir. Bunun yanında Türkiye’de kadınların yüzde 80’inin üzerinde kayıtlı bir mal bulunmamaktadır.

Kadın hakları çerçevesinde önemli bir yer teşkil eden sağlık kategorisinde de Türkiye’nin durumu hiç iç açıcı değil. Türkiye’de her 100 doğumdan 17’si kadının ölümüyle sonuçlanıyor ve kadınların yüzde 30’u herhangi bir doğum kontrol yöntemi uygulamazken, yüzde 40’ı 18 yaşında evleniyor.

Avrupa Birliği ilerleme raporlarının da her birinde önemle üzerinde durduğu aile içi şiddet konusunda da oranlar çarpıcı. Türkiye’de her 3 kadından biri şiddete maruz kalıyor. Her 3 dakikada bir kadın şiddet görüyor ve yüzde 34’ü fiziksel anlamda şiddetle karşılaşıyor. Türkiye’de son 7 yılda kadına yönelik şiddet yüzde 1400 oranında arttı. Bütün oranlar sebebiyle Türkiye, Dünya Ekonomik Forumu Eşitlik listesinde 134 ülke arasında 126. sırada yer alıyor.

Son olarak siyasi temsil alanında meclisteki kadın oranının sadece yüzde 9 olduğunu görüyoruz. Aynı oran AB ortalamasında yüzde 24. Yerel yönetimlerde ise durum daha da içler acısı bir halde. Örneğin, belediye meclislerinde kadınların siyasi temsil oranı yüzde 5’ten bile daha az. Kadın belediye başkanları Türkiye’de toplam belediye başkanlarının sadece yüzde 0,9’unu oluşturuyor. İl Özel İdaresi’ndeki üyelerin 2009 yılında beri yüzde 2,5’ini kadınlar oluşturuyor.

Görülen o ki, en mükemmel şekilde düzenlenen yasalar ülkede zihniyet değişikliği olmadıkça kâğıt üzerinde kalıyor. Çağdaş bir kadın-erkek eşitliğini gerçekleştirmek için, tıpkı cumhuriyetimizin ilk dönemlerinde olduğu gibi bu konuyu bir uygarlık sorunu olarak kabul edip, başta kendi yaşam biçimlerinde uygulayıp örnek olacak ve siyasi irade gösterecek önderlere ihtiyacımız var. Şu anki Başbakanımız kadın-erkek eşitliğine inanmadığını açıkça söyledi.

Artan muhafazakârlık eğiliminden en fazla etkilenen Türkiye’deki kadınlardır. Bu nedenle yaklaşan seçimler öncesi CHP olarak kadın politikalarına büyük önem veriyoruz. Öncelikle kadınların eğitim düzeylerinin yükseltilmesi ve ekonomik özgürlüklerine kavuşmalarını hedefliyoruz. Bu amaçla, doğrudan yoksul ev kadınlarına verilecek bir Aile Sigortası hazırladık. Ayrıca, çalışma alanına ve siyasete daha fazla kadının katılması için yapılacak her türlü olumlu önlemi destekliyoruz. Kadına yönelik şiddeti kader olarak algılamıyoruz ve bu konuda uygulamayı düzeltecek, cezaları arttıracak yeni düzenlemeler hazırlıyoruz.

Amacımız,Türk Kadınını daha güçlü,özgür,mutlu kılmaktır.