İsmet Paşa’nın anneler ve çocuklar hiç ağlamasın, hep gülsün dileği, adını Gülsün koyduğu Gazeteci, Yazar ve Siyasetçi Gülsün Bilgehan…
Atatürk’ün Başbakanı İsmet İnönü, 5 Aralık 1934’de bu kanun görüşülürken TBMM’deki konuşmasında hem geçmişi, hem bugünleri ilgilendiren şu tarihi tespiti yapmıştı:
“Kadının süs gibi bir köşeye konulması Türk geleneği değildir. Asıl bu usül asırlarca geçirdiğimiz felaketlerin başlıcalarından ve esaslılarından birini teşkil eder. İnönü, milletvekillerine ‘Memlekette kadına mevki verirken gösterilen tereddütleri zihinlerden silmiş olacaksınız…”
İşte bu sözleri söyleyen Başbakan İsmet İnönü’nün ilk göz ağrısı ve ilk torunu Gülsün Bilgehan ile BG Dergi söyleşimizi Ankara’da Türkiye Büyük Millet Meclisi çatısı altındaki odasında gerçekleştirdik.
Bu bir röportajdan daha çok, iki gazeteci meslektaşın sohbetine dönüşüverdi. Bu nedenle çok samimi ve içten bir söyleşi oldu.
Siyaset, gazetecilik, İnönü ailesinden olmasını, kendi ailesini kurmasını ve anneliğini ve elbette kadınlar dahil hemen her şeyi konuştuk. Lâkin biraz gazetecilik tarafı ağır basan bir söyleşi oldu galiba.
İsmet Paşanın torunu ve usta gazeteci Metin Toker’in, yüzünden gülümsemenin hiç eksik olmayan kızı ile söyleşi yapmanın tadına da doyum olmuyor doğrusu.
Gülsün Bilgehan Toker’in yaşam öyküsü nasıl başladı?
“Tam da siyaset kazanının içine doğmuşum. 25 Şubat 1957. Babam bir gazeteci ve ben doğmadan 15 gün önce hapse girmiş. Akis Dergisi’nin sahibi olan babam Metin Toker bir bakan ile ilgili yazdığı bir yolsuzluk yazısından dolayı, o dönemde ispat hakkı da olmadığı için, (ispat hakkı daha sonra çıkıyor) hakkında bir dava açılıyor. Sonuçta hapis kararı çıkıyor. Yargıtay’a gidiyor ve ben doğmadan 15 gün önce, Yargıtay’dan gelen karar ile hapis cezası kesinleşiyor. Annem bana hamile; karşısına alıyor. Önce ‘Otur hele bir…’ diyor; bayılıp düşmesin diye. ‘Şimdi beni almaya geldiler, ben cezaevine gidiyorum. Bana temiz çamaşır ve giysi yolla…’ Alıp götürüyorlar, cezaevine koyuyorlar. 15 gün sonrada ben doğuyorum. Bu durumda İsmet Paşa hem kızı Özden’e ve elbette yeni doğan torununa sahip çıkıyor. O zamandan beri de yaşamı boyunca hep sahip çıkmıştır. Benim doğduğum haberini de babam oradaki bir gardiyanda öğreniyor. Gardiyan “Abi, maalesef bir kızın doğdu…” diyor.
“Gardiyan aklı işte, kız yerine erkek çocuk olsa daha çok sevinecek diye düşünüyor demek…” diye ekliyor Gülsün hanım.
“Hem babam Metin Toker’in, hem de dedem İsmet Paşanın hayatlarında önemli bir yerim olduğunu düşünüyorum. Bu ilk göz ağrısı ya da bir acılı dönemde doğmuş olmamdan kaynaklı olabilir. Benim doğumumu İsmet Paşa, babama haber veriyor. (gardiyandan sonra diye gülüyoruz) Bu arada ismim ile ilgili halktan çeşitli öneriler geliyor. Kimisi Hürriyet olsun diyor, kimisi Özgür olsun. Fakat dedem İsmet Paşa benim adımı Gülsün koyuyor. Nedeni ise şu; çünkü ben babası hapisteyken doğan bir çocuğum. Benim yüzüm, ömrüm boyu gülsün diye dilemiş. Benim kuşağımın anneleri ve çocukları hiç ağlamasın, hep gülsün diye adım, Gülsün olmuş. Çok anlamlı değil mi? Aslında alışılagelmiş olan isim Gülsüm, yani “m” harfi ile biter. O nedenle birçok kez ben uyarmak durumunda kalıyorum, (m) ile değil (n) ile bitiyor diye…”
Gülsün Bilgehan ile söyleşiden önce, her gazetecinin yaptığı gibi, yaşamı ile ilgili kısa bir tekrar yaptım. Söyleşiden bir gün önce ustam Can Pulak’a da, Gülsün hanım ile röportaj yapacağımı söyleyip, Metin Toker ile ilgili konuştuk.
Can Pulak’a, Metin Toker’in İsmet Paşa’nın basın danışmanlığını falan yapıp yapmadığını sordum. Can ağabey bu güne kadar hiç duymadığım, sert bir ses tonu ile aynen şöyle yanıt verdi: “Se ne diyorsun? Bu günler ile asla karşılaştırma. Ne Metin Toker böyle bir görevi ve ayrıcalığı kabul ederdi ne de İsmet Paşa böyle bir teklifte bulunurdu. O dönemin gazetecilerinin ahlak anlayışı böyle bir şeyi asla kabul etmezdi…”
Ne söyleyeceğimi bilemedim doğrusu.
Bu konuşmayı Gülsün hanımla da paylaştım. Gülümseyerek birebir yaşadığı şu olayı anlattı;
“Çocukluğum tarihi bir evde, Pembe Köşk’te geçti. Benim doğumumdan 8-9 ay sonra babam cezaevinden çıktı. Sonra bir başka davası daha vardı. Tam o dönemde, 1957 sonunda da bir seçim vardı. CHPliler davadan çıkabilecek bir hapis cezası olasılığına karşı, dokunulmazlık kazanması için babama milletvekili olması için teklifte bulunuyorlar. Babam da, “Benim adım Metin Toker ve ben bir gazeteciyim; siyasetçi değilim. Teklifiniz için teşekkür ederim…” diye yanıt veriyor…”
Bu anlatılanları dinlediğimde, inanın tüylerim diken diken oldu. Nasıl bir gazetecilik etiği, nasıl bir anlayış, nasıl bir dik duruştur bu? Meğer yıllar boyunca gazetecilik neler kaybetmiş ve bu gün gazeteciler ne durumda?
Metin Toker sonra ekliyor “Benim bir arkadaşım var. O da gazeteci ama siyasete girmek istiyor. Benim yerime onu alabilirsiniz…” diyor.
Kim acaba o siyasete girmek isteyen gazeteci?
Birçok isim geçmiştir aklınızdan biliyorum.
Metin Toker’in önerdiği o gazeteci, Bülent Ecevit…
“Metin Toker hapis cezası aldı.
Başbakan Menderes ile CHP Genel Başkanı İnönü’nün karşılıklı olarak sert demeçler verdiği bir döneme girilmişti. Gazeteler sansürleniyor, gazetecilere hapis cezası yoluyla gözdağı verilmeye çalışılıyordu.
CHP’ye yakın duruşuyla bilinen Akis dergisi başyazarı, İnönü’nün damadı Metin Toker de, hükümete danışmanlık yapan Nihat Erim’in manevi şahsiyetini tahkirden, 30 Kasım 1958’de bir yıllık hapis cezasına çarptırıldı.
Profesör Erim, o sıralar CHP’nin kurmaylarından biri olmakla birlikte, Kıbrıs meselesinde Adnan Menderes’e uluslararası hukuk danışmanlığı yapıyordu…”
(Şuan okuyucularımızın hayret ve şaşkınlık içinde olduğunuzu sanıyorum. O günlerin gazetecilik ahlakını ve anlayışını bu gün ile karşılaştırdığınızı ve bir kez daha hayret ettiğinizi görür gibiyim. Ve Bülent Ecevit’in de siyaset arenasına nasıl girdiğini de, belki bazılarınız ilk defa öğrenmiş oldu…)
Gülsün hanım anlatmaya devam ediyor;
“Babam milletvekilliğini kabul etmediği için diğer bir davasından dolayı bir yıl daha hapis yattı. Bu sırada bir kardeşim daha oluyor. Daha sonra da üçüncü kardeşim oluyor, ama neyse ki 1960 devrimi olduğu için hapis yatmıyor bu sefer…” şeklinde, olayı öyle eğlenceli bir hale getiriyor ki şaşırıyorum.
Lâkin İnönü ve Toker ailesine yakışan şu açıklama geliyor Gülsün hanımdan; “Babamın cezaevi dönemlerini biz aile olarak hep ılımlı bir şekilde karşıladık. Asla intikam ve devlete küsme, yasalara karşı isyan etme gibi duygulara kapılmadan yaşadık. Bizim ailemiz bu durumu şu an anlattığım gibi eğlenerek sakin ve sağduyulu bir şekilde anlatır ve değerlendirirdik…”
1960 Devrimi Türkiye için bir dönüm noktası. Birçok aile, siyasetçi, işadamı, işçi, köylü herkes çok etkilendi. Olumlu ya da olumsuz değil mi?
“1960 Devrimi öncesi ve sonrası bu gün çok sömürülüyor. Ben 60’dan birebir ve sert ve olumsuz bir şekilde etkilenenler ile olumlu etkilenenlerin daha sonrasında dost olduklarını da gördüm. Aslında o dönemlerin öncesi ve sonrasında sıkıntı yaşayanlar, intikam duygularını sürdürmediler. Devlete küsmediler. Belki yok denecek kadar az insan vardır devletine küsen ve düşman olan. Anılarımda kalan tablolardan bir tanesi çok önemlidir. Tam da bu konuştuklarımıza bir örnek teşkil ediyor; 1970 ya da 1971’di. “Kuyudan adam çıkarma” diye İnönü’nün bir politikası vardı. En yakın rakibi Celal Bayar’ın siyasi haklarına kavuşması için, kendi partisindeki muhalefete rağmen mücadele etti. Ve bir gün ben kendi gözlerimle Celal Bayar’ın, Pembe Köşke geldiğini gördüm. İsmet Paşa ve Celal Bayar’ın iki eski dost olarak, kucaklaştıklarına tanık oldum. İnönü öldüğünde de, Celal Bayar’ın anneannemi arayarak, bütün gece yaşaması için dua ettiğini söylediğini de biliyorum…”
Sonuçta İsmet İnönü ve Celal Bayar, Kurtuluş Savaşı ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasında emeği geçen en önemli ve önde gelen iki isim. Ama en sert siyasi rekabetin yaşandığı, ölüm kalım zamanlarının yaşandığı da düşünülürse, bu iki eski dostun birbirlerine düşman olmaları asla düşünülemez, değil mi?
“Bazı şeylere saplanıp kalmamak gerekiyor. Demokrasi çok zorlu bir mücadeledir. Bu süreçte kurban veren aileler vardır. Biz de ve onlar da bu kurban veren aileler arasındayız. Büyük Türkiye ideali için devam etmek gerekiyor. Bazı kötü şeyleri unutup, ders çıkarıp bir daha yapmamak gerekiyor. Bunları da o evde yaşadığım için biliyorum. Şunu net olarak söyleyebilirim ki; Pembe Köşk tam bir siyaset okuluydu benim için. Hem iç siyaset, hem de uluslararası ilişkiler olsun her şeyi yakından ve tam ortasında gördüm yaşadım. Köşke hem iç siyasetçiler, hem de büyükelçiler ve dış ülkelerin çeşitli temsilcileri gelirlerdi. Dışarıdan görünen o resmiyet ve ciddiyetin dışında oldukça samimi ve sıcak bir ortam olurdu. Herkesin kabul ettiği; Pembe Köşk’te yaşayan İnönü ailesi, orta halli bir Anadolu ailesi olarak yaşadığıydı…”
Bunları anlatırken gerçekten de Gülsün Bilgehan’ın o mütevaziliğini aileden aldığını söyleyebilirim. İki gazetecinin bu sohbeti, onun tavırları ile neredeyse bir aile dostu sohbeti gibiydi. Bu özellik elbette Gülsün hanımın mayasında var, hiç kuşkusuz…
Türkiye Cumhuriyeti’nin ikinci adamı Atatürk’ün Başbakanı İsmet Paşa’nın torunu ve gazeteci Metin Toker’in kızı devlet okulunda mı okudu, yoksa özel okullarda mı okutuldunuz?
(Gülerek yanıtlıyor bu soruyu)
“Ben ve kardeşlerim hepimiz devlet okulunda okuduk. Elimize çantamızı alıp, diğer arkadaşlarımız gibi okula giderdik. Çankaya İlkokulu’na gittim ben. Evimizin yakınındaydı. Okulda ve mahallede de arkadaşlarımızla oynardık. Çankaya İlkokulu’nda çok iyi eğitim aldığıma inanıyorum. Arkadaşlarımız ve öğretmenlerimiz ile iletişimlerimizde çok normaldi. Bu konuda anneannem bizi çok iyi eğitmişti. Bunu özellikle vurgulamakta fayda görüyorum; Mevhibe hanım hem kendi çocuklarına, hem bize bu konuda çok iyi bir eğitim vermiştir. Hiçbir zaman ayrıcalıklı olduğumuzu düşünmediğimiz gibi, tam tersine daha çalışkan, daha sorumluluk sahibi, daha dakik, daha nazik olmamız gerektiğini düşünerek büyüdük…”
Çocukluğu ve ilk gençlik çağlarını dedesi İsmet İnönü ile geçirmiş olmasından dolayı doğal olarak siyasetin tam ortasında kalmış, diğer yandan babası gazeteci Metin Toker’den dolayı, gazeteciliği de özümsemiş Gülsün hanım.
“17 yaşına kadar dedemle birlikte yaşadım. Cumhuriyet Halk Partisi’nden istifa yazısını da ben okumuştum. 15 yaşlarındaydım. Tarihi bir mektuptu. Yaşamımın büyük kısmı babamdan dolayı gazeteciler, dedemden dolayı da siyasetçiler arasında geçti. Bu nedenle bu iki tarafın da bazen çok iyi dost oldukları gibi, bazen de çok sert bir şekilde karşı karşıya geldiklerini de gördüm. Demokrasi için basının çok önemli olduğunu o günlerden bu güne, çok iyi biliyorum. Birbirlerinden yararlanıyorlardı çünkü. Gazeteciler olmasa siyasetçiler, siyasetçiler olmasa, gazeteciler de olmaz sanıyorum. Adeta birbirlerini tamamlıyorlar..”
Metin Toker, İsmet Paşanın damadıydı ve basın danışmanı gibi bir görevi var mıydı? sorusunu Can Pulak’a sorduğumu ve nasıl bir yanıt aldığımı anlatınca;
“Can Pulak’ın söyledikleri çok, ama çok doğru. Biraz önce söylemiştim, Celal Bayar Pembe Köşke geldi. Tarihi bir ziyaretti bu. Babam gazeteci olduğu için, bu görüşme sırasında evden dışarı çıktı. Haksız rekabet olmasın diye, babam dışarıda bekleyen gazeteciler ile birlikte görüşmenin tamamlanmasını bekledi…”
Gülsün Bilgehan’ın bu anlattıkları karşısında bir gazeteci olarak adeta soluksuz kaldım. Önce Metin Toker gibi ahlaklı gazetecilerin ışığını hissettim, sonra da gazetecilik mesleğinin bu gün geldiği durumu düşündüm yeniden. Adeta içim ürperdi. Bu anlatılanlar belki de ilk defa yazılıyor. Dilerim biz gazeteciler bu anlatıları beynimizin bir tarafında kazırız ve hiç aklımızdan çıkartmayız…
İki gazeteci meslektaşın söyleşisinden elbette haber çıkar. Sağ olsun, her ne kadar siyasetçi olsa da, benim önceliğim meslektaşım olması. Ki oda bunun bilinciyle olsa gerek, lafın arasında son dakika bir haberi de benimle ve BG Dergi okurları ile paylaşıverdi. Biliyorsunuz “Mevhibe” adlı o muhteşem kitaptan sonra, Gülsün hanımdan bir kitap daha bekleniyordu. Belki İsmet İnönü olabilir mi, diye düşünürken; babası Metin Toker kendi yaşam öyküsünü yazmaya başlamış, lâkin ömrü yetmemişti tamamlamaya. Çok kısa bir süre sonra, o güzel adam Metin Toker’in yaşam öyküsünü, hem meslektaşı, hem kızı Gülsün Bilgehan’ın kaleminden okuyacağız…
Metin Toker kızına “Hiçbir işin olmaması lazım demiş bu kitabı tamamlamak için…” Ancak bu güne kadar bu mümkün olmamış.
“Babam tarafsız ve bağımsız gazeteciliğin en iyi örneklerinden birisiydi. Objektif, kendi görüşüne göre yazan, kimseye bağlı olmayan bir gazeteciydi. Akşam yemeklerini birlikte yerdik. İsmet Paşanın arkadaşları olurdu kimi zaman. O sohbetlerde İsmet Paşayı en ağır eleştiren kişi, yine babam olurdu. Bu duruma şaşıranlar olurdu. Bu insanlar aynı evde nasıl yaşıyorlar diye hayret ederlerdi. Metin Toker aynı tavrı Erdal İnönü içinde yaptı. SODEP kurulduğunda, gerektiğinde en ağır eleştirileri, yine Metin Toker yapmıştır. Köşesinde yazdıkları, eleştirileri aile içindeki dostluklarını ve birbirlerine olan saygı ve sevgilerini asla etkilemedi. İsmet Paşa ile ilişkilerinde de, yıllar sonrasında Erdal İnönü ile ilişkilerinde de iki konumu çok iyi ayırabiliyorlardı. Ben çok şanslıydım bu açıdan. Hem gazetecilik hem de siyasetçilik açısından gözümle görerek ve işin tam ortasında eğitildim. Şu bir gerçek; siyasetçinin özellikle gazetecilere karşı çok sabırlı, anlayışlı ve hoşgörülü olması gerekir ve gazetecinin muhalefetini de kendi yararına kullanmasını bilmesi gerekir. Gazetecinin de bağımsız ve tarafsız bir şekilde eleştirmesi gerekir. Ama eleştirilerde asla hakarete vardırmamalıdır. Elbette iyi şeyleri de yazmalı gazeteci, ama bu da dengeli olmalıdır. Babam rahmetli “Ben propaganda memuru değilim…” derdi. O ayrı bir meslektir. Şimdi bu zamanda Halkla İlişkiler şirketleri var, onlar zaten bu görevi yerine getiriyorlar. O ayrı bir şey, gazetecilik çok ayrı bir şey tabi.
Siz Avrupa Konseyi’nde de bu konuda görev yaptınız değil mi?
“Ben, Avrupa Konseyi’nde görevliyim. Medyanın da konu olduğu mühim bir komisyonun ikinci başkanıyım. Daha önce medya komisyonunun da başkanıydım. Sadece Türkiye’de değil, dünyada da “doğru gazetecilik” tartışması var. Gazetecilik şimdi dünyada çok tartışılıyor. Bütün dünyada yalan haber, çarpıtılmış haber, toplum mühendisliği, sosyal medyada özel hayatın gizliliğinin ihlali, ulusal konularda yazılmaması gerekenlerin yazılmaması gibi konular çok gündemde. Siyasetçi ve gazeteci örneklerini ben en iyi şekilde Pembe Köşk’te gördüm. İkisi de kendine düşen görevlerini dürüstçe yapıyorlardı…”
İsmet Paşa’nın Metin Toker dışındaki gazeteciler ile ilişkilerini sorduğumda ise Gülsün hanım yine tarihe not düşecek bilgileri paylaştı;
“Şimdi ile kıyaslanmayacak kadar dostaneydi. Mete Akyol vardı örneğin. Yekta Güngör Özden, İsmet Paşanın hukuk danışmanlarından ve avukatlarından bir tanesiydi. Ondan da öğrendiğim, İsmet Paşa en son durumda ve kırk yılda bir gazeteciyi dava etmiş. O da basınla ilgili değil. Hemen hemen hiçbir basın davası yok diyebilirim. Dedem İsmet İnönü’nün söylediği çok güzel ve ders niteliğinde bir söz var; “Unutun…” demiş. “Unutulur. Her yazılana anında tepki vermeye gerek yok…” demiş. Yine o ünlü sözü vardır ya, hani bu aralar yine çok sık kullanır olduğumuz; “Bir memlekette namuslu insanlar da en az namussuzlar kadar cesur olmadıkça, o memleket için kurtuluş yoktur…” Aslında pek bilinmez ama bu söz, gazeteciler için ve basın özgürlüğü için söylenmiş bir sözdür. Çünkü cumhuriyetin ilk dönemlerinde yeni hükümet kurulmuş, basın o zamanda görevini yerine getiriyor ve eleştiriyor hükümeti. Mecliste bir toplantı yapılıyor. 1931’di yanılmıyorsam. CHP’liler basına karşı bir yasa çıkarılmasını ve basına bazı sınırlandırmalar getirilmesi gerektiğini söylüyorlar. İnönü o zaman da, şunu söylüyor; “Bırakın dürüst gazeteciler bizi savunsun…” Yani muhalifleri cezalandırmak yerine, basının önünü açalım diye savunuyor…
Gelelim BG Derginin bu ayki özel konusuna. Yani kadın konusuna. Siz çok özel bir aileye mensup bir insansınız. Sizin ailenin erkekleri kadar, kadınları da çok çok özel. Önce İsmet İnönü’nün kadınlara bakışını anlatabilir misiniz?
“Benim dedem İsmet İnönü; kadın erkek eşitliğini kavramış, kadın ve erkek eşitliğine inanan ve bunu hem duygusal olarak, hem de beyinsel olarak uygulayan birisiydi. Diğer yandan da bir kadın gözüyle söylüyorum iyi bir eş, iyi bir baba ve çok iyi bir dedeydi. 1916 yılında Mevhibe hanımla evleniyorlar. O günün şartlarına göre birbirlerini görmeden. İsmet Paşa anılarında anlatıyor; anahtar deliğinden görerek beğenip, evleniyor Mevhibe hanımla. Mevhibe hanım daha şanslı. Kafesli pencereden de olsa, onu daha çok görme şansı var. Bütün o zor şartlara karşın, çok mükemmel bir evlilikleri oluyor. Aile birlikteliğini, saygıyı ve eşitliği gerçekleştirebilmişler. Bu hayat benim gözlerimin önünde de yaşandı.
“Konumları gereği herkesin gözünün önünde bulunan İsmet Paşa ve Mevhibe hanım evliliği, Türkiye Cumhuriyeti’nin örnek ailesi olarak kabul edilmiştir…” diyebilir miyiz?
“Mustafa Kemal Atatürk’ün kısa bir evliliği olması nedeni ile Mevhibe hanım 1950’li yıllara kadar Türkiye Cumhuriyetinin birinci kadını oluyor. Ama bunu yaparken de hem geleneğine, hem göreneğine, hem de inancına bağlı. Geleneksel değerlerimize sahip çıkan ve aynı zamanda da günün koşulları ile evrensel diyebileceğimiz, çağdaş diyebileceğimiz o cumhuriyet kadını özelliklerini de taşımaktaydı. Her ikisini de dengeleyebilmiş. O nedenle güzel bir örnek.
Mevhibe hanım bir devlet başkanının eşi sıfatından daha çok, iyi bir insan olma özelliği ön plana çıkmış bir kadındı. O bizim ailemizin annesi, anne anneannesi, ve toplumunda mütevazi, ailesine bağlı, her zaman eşinin arkasında yer alan Mevhibe hanımefendisi olmuştur. O her daim Miralay İsmet’in eşi olarak kalmıştır…”
Bu güne kadar okuduklarımı ve anlatılanları yan yana koyduğumda, Gülsün hanımın anlattıkları birebir tutuyor. Çünkü bu anlatılanlar yaşanmış gerçekler.
Babası Metin Toker’in kadınlara bakışını sorduğumuzda ise;
“Babam gazeteci olduğu için, onun biraz daha farklı bir bakış açısı var mı diye düşünüyorum, ama fark yok. Onunda annemle evlenmesi bir aşk hikâyesi. Bu da İnönü ailesinde sevginin ve aşkın önde geldiğini gösteriyor. İsmet Paşa ile Mevhibe hanım nasıl bir aşk yaşadılarsa, Metin ve Özden Toker de en az onlar kadar özel bir aşk yaşamışlar. İsmet Paşanın bir tek kızı var ve o kızı da sevdiği bir gazeteci Metin Toker ile evleniyor. Doğrusu babam da çok yakışıklıydı. Kendini çok iyi yetiştirmiş ve gazetecilik mesleğini de belki de birkaç derece yükseltmiş bir insandı. Çok güzel bir evlilikleri oldu onlarında. Babam kızlarına çok düşkündü. Benimle de ayrıca çok ilgilendi. Kız kardeşim daha çok bilime meraklıydı. O Fen Lisesi’nde okudu. Ben ise tarih ve edebiyata meraklıydım. Belki de o nedenle babam benimle biraz daha fazla ilgilendi. O hapisteyken doğan ve gardiyanın “Maalesef kızın olmuş…” diye haberini aldığı ve İsmet Paşa tarafından Gülsün adı verilen kızının toplumda da iyi bir yere sahip olması için, beni hakikaten çok cesaretlendirmiştir…”
Gülsün hanım 17 yaşındayken İsmet paşa vefat ediyor.
Artık yeni bir dönem.
70’li yılların o çalkantılı günleri.
Zor yıllar.
Gülsün Bilgehan eğitimi için Fransa’ya Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne gidiyor. Okulu bitince de Türkiye’ye dönüyor ve Rüzgarlı Sokakta, Hürriyet Gazetesi Ankara Bürosu’nda çalışmaya başlıyor. Çekirdek ailesinin oluşumunu ve eşi ile evlilik öyküsünü de şöyle anlatıyor;
“Yaşamımda hep siyasetçiler ve gazeteciler vardı. Eşimi de Hürriyet’te tanıdım. 1981’de de evlendik. 12 Eylül’den sonraydı. Oldukça karışık bir dönemdi yine. Sanıyorum ilk defa bizim nikâhımızda farklı siyasi gruplardan insanlar vardı. Neredeyse siyasetle ilgili herkes vardı. Darbeden sonra ilk defa siyasi hayat, sosyal hayatla görünür oldu. İnsanlar tekrar birbirleri ile görüşmeye başladılar. Benim nikâh şahidim, anneannem Mevhibe İnönü’ydü, Mustafa’nın ki de Süleyman Demirel’di. Hatta Süleyman bey özellikle kendisi şahit olmak istemiş. Sonrasında üç çocuğumuz oldu. Eşimle, annemle babamınki gibi birbirimizi severek evlendik. Bir aşk evliliğiydi bizimkisi. Aileler de çok iyi anlaştılar. Kayınpederim Cihat Bilgehan’da uzun yıllar Maliye Bakanlığı yapmış çok dürüst bir siyasetçiydi. Avukat olmasına karşın, kendini çok iyi yetiştirmiş, sevilen, sayılan bir bakanlık yapmış. Kayınpederimi çok göremedim. Biz evlenmeden, bir süre önce, nişanlıyken kaybettik…”
Gülsün Bilgehan, hayatının en güzel dönemini, çalışmadığı ve çocuklarını yetiştirdiği dönem olduğunu söylüyor.
“Anneliği çok önemsiyorum. Çocuklar büyüdükten sonra Bilkent Üniversitesi’nde öğretim görevlisi olarak çalıştım. Çocuklarımdan sonra, en iyi yaptığım iş diye düşündüğüm “Mevhibe” adlı kitabımı kaleme aldım. Bu kitabı herkes yazamazdı ve bu sadece bir roman değil, bu geleceğe bırakılmış bir kaynak olarak düşünüyorum. Şanslıydım. Anneannemle ve annemle konuşarak uzun bir süre anılarını kaydettim, mektuplarını belgelerini toparladım. Bende elimdeki bu dokümanlar ile yaklaşık üç sene çalıştım. Çok önemsiyordum bu işi yapmayı. O nedenle gerek Meclis Kütüphanesi’nde ve gerekse Milli Kütüphane’de çalışarak neredeyse bütün Cumhuriyet tarihinin gazetelerini tek tek okudum. 1928 Harf Devrimi’nden sonra, İsmet Paşa’nın ölümüne ve hatta anneannemin 92 yılında ölümüne kadar olan gazetelerin tamamını okudum diyebilirim. Cumhuriyet tarihinin içine Mevhibe hanımın hayatını yerleştirdim. Orada anlatılanların tamamı belgeli ve gerçek hikâyelerdir. Zaten çok iddialı değil, sade bir hayatın anlatımıdır. Okuyanların değerlendirmeleri hep bu yönde…”
Çocuklarınızdan bahsedelim mi biraz da?
“Çocuklarım üç tane. Türkiye’de okudular. Büyük kızım Zeynep gazeteci. Hürriyet’te. O tam bir muhabir. Dedesinin, Metin Toker’in misyonunu devam ettiriyor. Çok severek yapıyor gazeteciliği. Gazetecilik her zaman çok zor bir meslekti ama günümüzde her bakımdan çok daha zor. İkinci kızım Ece, Elektrik ve Elektronik Mühendisi. O da mesleğinden çok farklı ve çok değişik bir alanda çalışıyor. Çok severek seçtiği bir işi yapıyor aslında. Çizgi Film yapıyor. Ece ailedeki en girişimci olanımız. Oğlumuz Can ise okulu yeni bitirdi ve pazarlama alanında çalışmayı düşünüyor…”
Türkiye’de kadın olmak ve annelik?
“Dört dönemdir milletvekilliği yapıyorum. İlk dönemimde milletvekilliği görevimin büyük bir bölümünü Avrupa Konseyi’nde geçirdim. Birçok komisyonda görev aldım. Sosyalist Grubun Kadın Başkanlığı’nı yaptım, hâlâ da bu görevi sürdürüyorum. Bütün bunların hepsinden daha değerlisi ve zevklisi ise annelik. Onun için kadın hakları konusunda çok uğraştım. Kadının,erkeklerle eşit haklara sahip olmasını istiyorum, ama biraz daha fazla olmasını da istiyorum. Çünkü bu annelik nedeni ile daha kolay yaşamalarının gerektiğini düşünüyorum. Bunun için de erkeklerin samimi desteğine ihtiyacımız var. Artık kadın ve erkeğin birlikte iş yaşantısının içinde olduğunu düşünürsek, ev işleri de dahil bir çok işin artık ortak olarak yapılması gerekiyor…”
İnönü ailesinin fertleri, özellikle kadınları Mevhibe hanım ve Özden hanım siyasetin dışında yer almışlar. Babanız Metin Toker yine siyasetin dışında ve hatta Erdal İnönü bile siyaseti bilim insanı gibi yaptı. Lakin Gülsün Bilgehan siyasetin tam ortasında yer alıyor. Neden siyaset?
“İşte tam olarak siyaset kazanının ortasına doğmuş ve neredeyse yaşamının tamamında siyasetin içinde yer almış birisi olarak, kendiliğinden oluşan bir durumdu bu. Sanki doğduğumda dedem ve babam bu kararı almışlardı . Ben de yatkındım doğrusu. Bilim alanından daha çok edebiyat ve tarih ve tabi ki siyasete ilgim vardı. Ama bu arada gazetecilik yaptım, üç çocuk büyüttüm…”
Sizin gözünüzden Anadolu kadınlarını anlatır mısınız bizlere. Yani Bodrum’da yaşayan bir kadın ile Erzurum’da yaşayan bir kadını anlatır mısınız?
“Size bir şey söyleyeyim sadece Anadolu kadınları değil İzlanda’daki kadınlar, İngiltere’deki kadınlar, Suriye, Mısır, Fas’taki kadınlar arasında o kadar ortak nokta var ki. Gelenekler, yaşam tarzları, ekonomik yapıları çok farklı olsa da, özünde öyle çok benzerlikler var ki, görmek lazım. Kadınlar bir ve birlik olsa dünya değişir. Ama bunun için daha zaman var sanırım. Çok ilerlemeler var tarihin başından bu yana. Zayıf konumda başlamışlar hayata. Aslında kadın çok güçlü ve mücadelecidir. Önemli ilerlemeler olmuş ama bu gün dünya geneline baktığınız zaman, parlamentolarda kadın oranı yüzde 22. Bu oran o kadar az ki. Bu oran içine Kuzey Avrupa ülkeleri de giriyor. Oralarda çalışan kadınların oranı yüzde 80’lere kadar çıkıyor. Ama parlamento da yüzde 40’larda. %50 bile değil. Dünyada bir tek Ruanda’da kadınların parlamentodaki oranı yüzde 51. Ben bir kadın siyasetçi olarak, gittiğim her yerde kadınlar ile rahat ederim. Onlarda benimle rahat ederler…”
Dünya kadınları da zor durumda diyorsunuz, buna gelişmiş ülkelerde dahil mi?
“İzlanda kadın erkek eşitliği açısından dünyada birinci sıradadır. İzlanda da çalışan kadın oranı da çok yüksek. Fakat orada bile eşit işe eşit ücret verilmiyor. Kadınlar erkeklerden her zaman daha az ücret alıyorlar. Bir kuşaktır kadınlar buna itiraz etmiş, mücadele etmişler. Grevler, yürüyüşler yapmışlar. Çok yeni daha 2018 yılı Şubat ayı itibarı ile meclislerinden bir karar çıktı, ücretler eşitlendi. Çalışma hayatı ile ilgili bir toplantıda genç bir kadın sendikacı dertlerini anlatmıştı, çok şaşırmıştık. Sadece ben değil, Avrupa Konseyindeki diğer kadınlarda çok şaşırmışlardı. Üç kuşaktır mücadele ettiklerini anlatmıştı. Ama en sonunda aldılar haklarını…”
Gelelim bu söyleşimizin en yerel sorusuna. Biliyorum, Bodrum sizin için çok özel. Ne anlama geliyor Bodrum sizin için?
“Bodrum’a ilk gidişimiz 1974’dü sanıyorum. Annem babam ve kardeşlerim ile birlikte gitmiştik. O zamanlar çok küçük bir kasabaydı. Daha sonra eşimle ve çocuklarımla birlikte 1986’da gittik. Çocukluğumuzda Marmara’da denize girebiliyorduk, ama sonraları bu mümkün olmayınca biz Bodrum’u seçtik. Aslında Bodrum’da bizi kabul etti diyelim. Yazları Bodrum’dayız. Kapalı bir hayatımız var. Küçük bir sitenin içinde, küçük bir evimiz var. Çocuklarımızın hepsi o Bodrum’daki küçük evde büyüdüler. İnönü ailesinin tüm fertlerinin Bodrum’da birer küçük, mütevazi evleri var. Gençliğimizde kooperatife girdik ve alın terimizle sahip olduk. Orası bizim için değerli, çok keyifli bir yerdir. Herkesin kendine göre bir yaşamı var, ama yazları orada bir araya geliyoruz hepimiz. Kendi halinde, biz bize bir tatil yapıyoruz. Milletvekilliğim süreçlerinde daha az kalıyoruz, ama en az 2-3 ay Bodrum’dayız diyebilirim. Zaten Bodrum yazları bütün aydınların, gazetecilerin, siyasetçilerin buluştuğu bir yer. Bodrum o insanların sahip oldukları makamların dışında, sadece kendi kişilikleri ile oldukları için bir başka oluyor. Bodrum’u çok seviyoruz…”
Gülsün hanım Bodrum’u gülerek kahkahalar ile anlatıyor. Bodrum’un onun için çok özel ve çok değerli olduğu o kadar belli ki.
“Bodrum’un bir sırrı olduğunu düşünüyorum. Anlatılması çok zor. Bodrum o Ege kasabası havasını korumuş, ama sonraları da evrensel ve dünyanın en çok tanıdığı bir turizm merkezi haline gelmiş. İstanbul, Antalya elbette çok önemli ama Bodrum başka bir yer. Bodrum’un dünyanın her yerinden farklı farklı hayranları var…”
Peki Bodrumlu kadınlar?
“Bodrum kökenli kadınlar var çok özeller. Bir de Bodrum’a sonradan gelmiş yerleşmiş kadınlar var ve bir de tatile gelen kadınlar var. Ama Bodrumlu kadınlar çok özel. Çok kendine mahsus bir yapıları var. Geleneklerine, göreneklerine bağlı, her şeyden önce güçlü kadınlar. Bodrumlu kadınlar hem gelenek ve göreneklerini koruyorlar, hem de çağa ayak uydurmuşlar, son derece modern ve çağdaş kadınlar. Birçoğu okumuş ve dünyayı takip eden, evrensel değerleri benimsemiş kadınlar diye görüyorum. Ama şunu da söylemek gerekiyor; Bodrumlu, Muğlalı ve Anadolu’nun tüm kadınlarının yapması gereken çok şeyleri var. Bodrumlu kadınların da büyük bölümü çalışan kadınlar ve tahmin ediyorum birçoğu kayıtsız çalışıyor. Kadınlara yönelik şiddet elbette birinci sıradaki sorunumuz, ama diğer yandan çalışan kadınlarımızın hakları ne yazık verilmiyor…”
Gülsün hanım son olarak siyasi bir söylemde de bulunuyor. Lakin bu söylem öyle bildiğiniz bir siyasi söylem değil. Belki de Türkiye siyasetinin nereden nereye geldiğini tam olarak gözler önüne seren bir söylem;
“CHP’nin halktan uzak olduğunu söylüyorlar ben bunu bir türlü anlayamıyorum. Biz yaşamımızın hiçbir döneminde korumalarla falan dolaşmadık. Çocukluğumuzda da, sonraları da Pembe Köşkün ziyaretçileri hiç eksik olmadı. Bayramlarda hele kapı hep açık olurdu. Şekerleri biz ikram ederdik, pasta ve çayları da anneannem ikram ederdi. Hala insanlar gelir dedem ile çekilmiş fotoğraflarını bize gösterirler, mektuplarını getirirler bazen. Bizler hep halk ile hala içi çeyiz. Biz bir Cumhuriyet ailesiyiz ve herkes bizim ailenin bir ferdi gibidir…”
İki meslektaş olarak yaptığımız bu söyleşiden, her ikimizde çok büyük tat aldık. Ama Gülsün hanımın o mütevaziliği dışında, şu sözleri beni en çok etkiledi; “Bizim eve ziyarete gelen insanlar kendilerini, Türkiye Cumhuriyetinin ikinci adamı, Atatürk’ün Başbakanı, Miralay İsmet İnönü’nün ailesindenmiş gibi hissettikleriydi…”
Ne büyük bir onur, ne büyük bir değer.
İsmet İnönü’nün yaşamı boyunca hep gülsün diyerek Gülsün adını koyduğu bir güzel insan Gülsün Bilgehan. Miralay İsmet İnönü’nün, Türkiye’ye örnek olmuş bir kadın Mevhibe hanımın torunu, doğumunu ceza evinde bir gardiyandan haber aldığı, onurlu bir gazetecinin ilk göz ağrısı evladı Gülsün Bilgehan. İyi bir kadın siyasetçi olmanın dışında, bir gazeteci ve her şeyden önemlisi o çocuklarını yetiştirmek, büyütmek için kariyerini bir kenara koyabilecek kadar cesur ve fedakâr bir anne…
Gazeteci, Yazar, Siyasetçi; Gülsün Bilgehan – Bodrum Gündem – 2 Temmuz 2018