Aslı Barış – ekonomim.com / 8 Kasım 2024

 

Metin Toker, çocukluğu, gençliği ve on dokuz yaşında başladığı gazetecilik yıllarını anlatan anılarını 80 yaşına geldiğinde ve 60. meslek yılında yayımlamayı düşünüyordu. Ömrü yetmedi. Anılarını kızına emanet etti. Babasının yüzüncü doğum yılında kızı Gülsün Bilgehan’ın düzenlemesi ile yarım kalan anılar okuyucu ile buluştu. İşte ‘Gazeteci Olan Adam’ın öyküsü…

Kitabın hazırlanma sürecinden bahseder misiniz?

Metin Toker on dokuz yaşından beri gazetecilik yapıyordu. Onun için gazetecilik, çok severek, doğru yapmak şartıyla, dünyanın en güzel mesleğiydi. Cumhuriyet Gazetesi’nde 1943 yılında başladığı meslek hayatı boyunca muhabirlik, köşe yazarlığı, dergi sahipliği yapmış, pek çok yazı ve kitaba imza atmıştı. 90’lı yılların sonuna doğru, 80 yaşına yaklaşırken, 60. meslek yılını kutlamaya hazırlanıyordu ve gazetecilik serüveninin giriş dönemini yazmaya başlamıştı. Çocukluk yıllarının İstanbul’una, önce içeriye alınmadığı ama inatla yerleştiği gazete binalarına, İkinci Dünya Savaşı günlerinin Yazı İşlerine, Adliye Muhabirliği, Tiyatro Eleştirmenliği deneyimlerine geri dönmüştü. Doğum yılı olan 1924’ten, ‘Ankaralı yeni arkadaş’ı tanıdığı 1948 yılına kadar hikayesini yazdı. Sonra, ‘Gazeteci Olan Adamın Hikayesi’ adını verdiği kitabını tamamlamaya ömrü yetmedi. Yarım kalan hatıralarını bana emanet etmişti. Yüzüncü doğum gününde, mesleğe adımını attığı Cumhuriyet Gazetesi Yayınları’ndan kitabını çıkardık. Kitabın yayına hazırlanmasında tam da onun istediği gibi genç bir gazeteci ekibi görev aldı.

Eser, aynı zamanda mesleğe yeni başlayan gazeteciler için bir nevi kılavuz gibi, pek çok altın niteliğinde tavsiyeyle dolu… Ne yazık ki 2002’de kaybettiğimiz Toker, geçen 22 yıl içerisinde Türk medyasının durumunu görmedi. Günümüzün durumunu nasıl değerlendirirdi?

Aslında kitabı okuyunca basın dünyasının onun anlattığı yıllardan beri çok da değişmediğini anlıyorsunuz. Gazeteciliğe heves ettiğinde, ilk görüştüğü yazı işleri müdürü “sen iyi bir aile çocuğuna benziyorsun, vazgeç bu işten, okuduğun Tıp Fakültesi’ne geri dön” diyor. Ama gazetecilik onun deyimiyle Koch Basili gibi ciğere bir defa girdi mi, çıkmıyor. Doktor olmuyor ama iki üniversite bitiriyor ve başka türlü düşünenlerin aksine “gazetecilik insanı her yere götürür, içinden çıkmamak şartıyla!” diye düşünüyor. Metin Toker Türkiye’nin son 22 yılını görmedi, yaşasaydı başına neler gelirdi kim bilir ama eminim onları da tıpkı yaşadığı bütün olaylar gibi cesurca yazardı.

Kitap, Babıali ve plaza/Medya Tower gazeteciliğinin ruhunun ne kadar keskin hatlarla ayrıldığını da gözler önüne seriyor. Sizce Cağaloğlu terk edilmeseydi, gazeteciliğin yönü farklı olur muydu?

Evet, Babıali ruhu ile Plaza Medyacılığının çok farklı olduğunu düşünüyorum. Öğrencilik yıllarımda Paris’te Le Monde Gazetesi’nde staj yapmıştım, ülkenin en ünlü gazetecileri şehrin ortasında mütevazi bir binada çalışıyorlardı. Ayrıca bizde de dünyada da gazete sahipleri gazeteci ailelerinden geliyorlardı. Ekonomik nedenlerle bu geleneğin değişmesi gazeteciliğin medyacılığa dönüşmesine yol açtı. Bugüne gelirsek, gazeteciliğin yerini iletişim kanalları almış gibi görünüyor.

BİR TARAFIM HEP GAZETECİ KALDI

Le Monde gazetesinde staj yaptığınızı bilmiyordum. Aslında şu soruyı soracaktım: Babanız Türk basınına damga vuran bir isim… Kızınız da başarılı bir gazeteci, Zeynep Bilgehan. Bir gazetecinin kızı ve annesi olarak, neden gazeteciliği bir kariyer yolu olarak düşünmediniz? Gerçi bir noktada o yola girmişsiniz…

Evet, kızım Zeynep Bilgehan, büyükbabasının yolundan, aynı onun azmi ile yürüyor. Ben de başka alanlarda görev almış da olsam gazeteciliği hiç bırakmadım. İlk yazı dizim, 13 yaşındayken, Abdi İpekçi’nin yönetimindeki Milliyet Gazetesi’nde çıkmıştı, ‘Beş çocuk, beş gün Karadeniz’de’… Babam gibi Paris Siyasal Bilimler Enstitüsü Uluslararası Bölümünü bitirdikten sonra Ankara’ya dönüp, Rüzgarlı Sokak’taki Hürriyet Gazetesi’nde gazeteciliğe başladım, ilk işim Milli Piyango çekilişini izlemek oldu… Orada eşimi ve bugün başarı ile mesleğe devam eden pek çok gazeteciyi tanıdım. Çok çocuklu – hayatımın en güzel yılları – bir aile dönemi içinde anneannem Mevhibe İnönü’nün hayatını anlatan ‘Mevhibe’ kitabını yazdım, iki cildin ilki o dönemin -1994-1998- büyük gazetelerinden Sabah, ikincisi Milliyet’te yayınlandı, tiraj arttıran tefrikalardı. Milletvekili olmadan önce Bilkent Üniversitesi Uygulamalı Yabancı Diller Okulu’nda gazetecilik dili dersleri verdim. TBMM yıllarımda Avrupa Konseyi üyesi iken Kültür Komisyonuna bağlı Medya ve Bilgi Teknolojileri komitesi başkanlığı yaptım, hayatımın siyasetçi ile gazeteciler arasında geçtiğini vurgulardım, orada hazırladığım raporlar AİHM tarafından uygulanan kararlar olarak kabul gördü. Yani, bir tarafım hep gazeteci kaldı.

Kitabın son bölümlerinde teknolojinin nimetlerinden faydalanarak, yapay zeka yardımıyla hazırlanmış bir yazı var. Her ne kadar satırlarında bilgisayar kullanmaktan bile haz etmediğini ifade etse de Toker’in teknolojiyle arası nasıldı? 

Babam yazılarını 1960 model eski Facit daktilosunda yazıyordu. Köşe yazısını bitirdikten sonra mutlaka anneme okurdu, yani tek ve kesin yorumu Özden Toker’den alırdı. Teknoloji ile arası iyiydi ama “ben zevkle yazmak istiyorum ve bunu alıştığım tarzda buluyorum” diyerek bilgisayara geçmemişti. Bununla beraber gelecekte insanların düşüncelerini doğrudan kaydedecek bir sistemin bulunacağına inanıyordu. Teknoloji neredeyse oralara erişti. Ben yapay zekanın da tıpkı babamın gazetecilik için söylediği gibi doğru kullanılırsa yararlı olduğuna inanıyorum. Yine de kitabın son cümlesi bana ait!

47 YILLIK EVLİLİK BAŞARI

Sizin kaleme aldığınız ‘Meraklısına notlar’ bölümleriyle, Metin Bey ve ‘Ankaralı yeni arkadaşı’ Özden Hanım’ın ilişkilerine dair çok sıcak, samimi ve tatlı bilgilere de ulaşıyoruz. Hatta Özden Hanım’ı da bir noktada gazeteciliğe başlatmış. Sizin gözünüzle 47 yıllık evlilikleri nasıldı?

Kitabın yazılım sürecinde hatıraları okurken babama sorular soruyordum, en çok merak ettiğim annemle babamın tanışma ve evlilik bölümüydü ama oraları hep atlıyordu. İlk ipucu 242. sayfada var: Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün kızı Özden İnönü ile  genç gazeteci Metin Toker’in karşılaşması…Tanışma ve belki de ilk restleşme…” Edebiyat Fakültesi’ne gitmiştim. İki ders arasında rıhtıma indim. Baktım, bizim sınıftan iki kız  arkadaşımız, yanlarında tanımadığımız başka bir genç kız rıhtımda dolaşıyor. Genç kızın siyah, örgülü saçları vardı. İri, kara gözleri dikkatimi çekti”. Sonra babam ekliyor: ( Meraklısına not- yani ben!) Bu, Paris yakınında yılbaşını kutladığımız bir şalede- okuduğu Edinburgh’tan bir arkadaşıyla gelmişti- tam gece yarısı, elimizde şampanya kadehi, alev alev yanan şöminenin karşısında dans ederken ” Benimle evlenir misin” diye sorduğumun ve onun “Evet” yanıtı vermesinin beş buçuk yıl öncesindedir.) Aradaki aşk hikayesinin ayrıntıları hala meçhul ama 47 yıllık evlilikleri kesin olarak Metin Toker için de Özden Toker için de başarıdır.

Metin Toker’in İsmet İnönü’ye verdiği bir söz var. “Sen benim damadım olunca, seninle uğraşacaklardır. Onu kaldıracak kadar, dayanacak kadar kendine güveniyor musun?” sorusuna karşı verdiği “Dayanırım” sözü… Bu kadar köklü ve saygın bir aileye mensup olmanın garip bir şekilde bedelleri olmuş. Bu bağlamda hiç kendinizi ağır sorumluluk altında hissettiniz mi?

Ben, kardeşlerim Nurperi ve Güçlü ile beraber Ankara Pembe Köşk’te annemiz, babamız, Dedepaşa İsmet İnönü ve Anneannemiz Mevhibe Hanım’la yaşadık. Hatta daha sonraki yıllarda bizim çocuklarımızla da aynı ortamı paylaştık. O evde artık yaşamayanların varlığını ve değerlerini sürdürmeye gayret ettik. Sorumluluk duygumuz onlara olan saygı ve sevgimizden geliyor. Ayrıca bu ülkede kendisini Atatürk’ün, İnönü’nün torunları olarak hisseden ve onların izinden yürüyen büyük bir kesim var, onların vefalarına karşı bizim aile olarak  güvenlerine layık olmamız gerek. Her kuşaktan bu görevi yerine getirmeye çalışıyoruz.

NORMALİ MAKULDE ARAMAK…

Kitapta Adnan Menderes’in çıkacak haberleri nasıl manipüle etmeye çalıştığı, yarattığı baskılar ve Toker’in tüm bunlar karşısında gösterdiği sağlam duruşa, kalemine nasıl ihanet etmediğine dair anılar var. Ülkemizde medya üzerinde baskı kurma kültürünün geçme ihtimali var mı sizce?

Metin Toker gibi dürüst, bilgili, her türlü baskıya karşı direnen gazetecilerin bugün de  var olduğuna inanıyorum. Ne yazık ki ülkemizde artık tarihe karışması gereken özgür basını engelleme yöntemlerinin hala devam ettiğini görüyoruz. Bu konuda da İsmet Paşa’nın ünlü sözünü hatırlamak gerekiyor:  “Bir ülkede namuslular da namussuzlar kadar cesur olmalıdırlar!”

Kitapta okuru etkileyen unsurlardan biri de İstanbul nostaljisi ve kentin geçirdiği kabuk değişimi-ya da yıkım. Onun İstanbul’unda en sevdiği yerler hangileriydi? Tabii ki gazete dışında… 

Babam ileriye dönük ve geleceğe güven duyan birisiydi ama iyi ki İstanbul’un son halini görmedi. Şehirlerin büyümesi normaldir de yine Metin Toker’in deyimiyle ” normali makulde aramak gerekir”. Hatıralarında Cumhuriyet’in kurulduğu yıllardaki İstanbul’u okuyunca gerçekten yazık olmuş diye düşünüyorsunuz ve daha da acısı o yılların bir daha geri gelmeyeceğini biliyorsunuz. Babam belki de bu yüzden hayatının son en keyifli yazlarını eşi, çocukları ve torunlarıyla Burhaniye ve Bodrum’da yaşadı. Yine de Boğaz’ı her geçtiğinde ” İstanbul dünyanın en güzel şehri!” derdi.